25 Aralık 2010 Cumartesi

TTNET İNTERNET HIZI

Milliyet.com.tr'den bir haber:
"Hızlı internette gaza bastı, 100 Mbit'i 149 TL
Türk Telekom, gelirlerin sürekli arttığı ADSL yatırımında hız limitini 100 Mbit'e çıkardı. Burada adil kullanım kotası 100 GB oldu
Türk Telekom (TT), 1 Ocak'tan itibaren genişbant internette (ADSL) 100 Mbps erişim hızına ulaşıyor. Bu hızla 1 saniyede 1 şarkı, 1 dakikada 700 MB'lık bir film internetten bilgisayara yüklenebiliyor. Daha önce pilot uygulamaların gerçekleştiği VDSL2 teknolojisiyle en yüksek 32 Mbps sunan ve ADSL'de 8 Mbps kadar hız sağlayan Türk Telekom, VDSL2 ve ADSL2+ teknolojileriyle ilgili yeni tarifelerini açıkladı" Milliyet bu haberini Türk Telekom CEO'su Gökhan Bozkurt'un yaptığı açıklamalara dayandırıyor.

Ohh ala…
Sayın Gökhan Bozkurt bu açıklamaları yaparken TTNET'in Samsun gibi bir şehirde daha 1Mbps hizmet bile vermekte güçlük çektiklerini, 2Mpbs hizmet vereceğiz diye taahhütte bulunmalarına karşın bu hizmeti veremediklerini, 1Mpbs'lik hizmete 2Mpbs faturası gönderildiğini dahası ttnet'in müşterilerine Çin işkencesi uyguladığını biliyor muydu acaba.
En iyisi ttnet müşterisi olarak başımdan geçenleri baştan anlatayım.
Anlatayım ki kampanya adı altında sunulan tuzaklara tüketiciler düşmesin:
1855049379 nolu ttnet abonesiyim. Yıllardır da ttnet müşterisiyim.
Yıllardır da internete yavaş bağlanıyordum.
1Mbps hız ile idare ediyorduk. Çocuklar büyüdü. PC sayısı birken iki oldu.
Haliyle hız da yetmez oldu.
Yoğun baskılara dayanamadım. Haziran 2010 kampanyadan
faydalanıp hızımız 2Mbps'ye çıkarma kararı aldık.
Almaz olaydık.
Artık internet hizmetinden gerektiği gibi yararlanamıyor bağlantımız sıklıkla kesiliyordu. 4440375'i aradım.
İlgilendiler. Hallettik dediler.
Yanılıyorlardı. Çünkü internetimiz yine kesiliyordu. Yine aradım.
Hep daha iyi hizmet verebilmek için konuşmalar kaydediliyordu.
Böylece epey zaman geçti. Sonunda Samsun Atakum ttnet arıza timi kesintini nedenini buldu.
Teşhis "altyapınız yetersiz olduğundan 2Mbps hız ile bağlantıda sorun yaşıyorsunuz".
Garip…
Garip olan Türk Telekom hizmet verdiği yöredeki altyapıyı bilmiyor yararlanamayacak olan müşterilerini kampanyadan faydalandırıyordu. Ne de olsa müşterilik süresini 24 ay daha uzatıyordu. Kümesteki kaz misali…
Eee ne olacak diye sorunca "hızınızı 1Mbps'ye indireceğiz öyle bağlanacaksınız" dediler. Sağlık olsun dedim.
"Ya faturalar". "Bu sizin kabahatiniz değil, hizmeti biz veremediğimizden 1Mbps üzerinden ücretlendirileceksiniz" karşılığını alınca makul dedim.
1Mpbs'ye inmiştik ama faturalar 2Mpbs hızda gelmeye devam ediyordu.
Görünen o ki telefonla halledememiştim. 30 Ekim tarihinde Samsun Atakum Telekom müdürlüğüne gidip bu işle memur edilmiş görevliye dilekçe verdim. "Tamam Hocam" dedi. "Sizi üzmüşüz. Halledeceğim. En kısa sürede"…
Bu görevlinin halledişi üzerinden iki fatura daha geldi. Kasım faturası 67tl (2Mpbs'lik sınırsız tarife faturasıdır). Aralık faturası ise 167tl (2010123898199 nolu fatura).
Bu bardağı taşıran son fatura oldu. 167tl hiçbir tarifeye uymuyordu.
Derhal telefona sarılıp 4440375'i aradım. İyi hizmet palavrasını, konuşmaların kaydedildiği yalanını dinledim (Yalan çünki her aradığım görevli önceki kayıtlardan bi haberdi).
Sonunda bir görevliye bağlandım. 167tl'nin ne olduğunu sordum. Meğer kampanyadan vazgeçtiğim için ödemem gereken ceza imiş.
Doğru dürüst alamadığın hizmete mi yanarsın, haksız yediğin cezaya mı..
Kampanyadan vazgeçmediğimi ve başımdan geçenleri bir bir anlattım. Hak verdi. Haklı olmak yetmiyor. Diğerleri gibi yardımcı olmak için elinden geleni yapacağını söyledi. Artık inanmıyordum. "Daha üst düzey birini bağlayın" ısrarım üzerine takım lideri olduğunu söylediği Oğuz Bakır'a yönlendirdi.
Başımdan geçenleri Oğuz Bakır'a da anlattım bir bir (Konuşmaların kaydedilme ihtimalini göz önünde bulundurarak konuşma tarih ve saati 25.12.2010 17:00-18:00 arası)…
Öfkeme yenilmeden…
O da haklı olduğumu ifade eden sözcüklere ilgileneceği ifadesini ekledi. Telefonumu da aldı. Bu yeni bir aşamaydı. Telefonumu almıştı.
Yetinmedim.
http://www.ttnet.com.tr/web/386-1744-1-1/tur/destek/destek_-_bize_ulasin/bireysel_musteriler_icin
linkindeki "bize ulaşın" formunu doldurarak şikayette bulundum.
Bulundum ama içimden bir ses "böyle vurdumduymaz, böyle ilgisiz bir kurumla boşuna vakit kaybediyorsun, hakkını mahkemede ara" diyordu.
GÜNCELLEME (31.01.2011) Yazının yayımlanışı üzerinden gün geçmeden ttnet halkla ilişkilerden bir bayan yetkili aradı. “Hatamızı düzelteceğiz” dedi.


Bu sözü çok duyduğumdan üzerimde herhangi bir etkisi olmadı. Yetkili bayan yarın yine arayacağız dedi. Aradılar da... Hatalı kesilen faturayı ödemememi rica ettiler. Doğru rakamlardan oluşan fatura düzenleyeceklerini, yaptığım fazla ödemeyi düzenleyecekleri faturadan düşeceklerini sözlerine eklediler. Doğru faturayı 28.01.2011 tarihinde ödedim.

Ttnet’in fatura işkencesi iki aylık bir süreç sonunda mahkemeye taşınmadan sona erdi. Yaşanılanlar ttnet’te bir çok kişinin görevini savsakladığının göstergesi değil midir?

Ortaya koyduğumuz bu hatalar silsilesi alternatifsiz bu kuruluşta çağdaş hizmet anlayışının yerleşmesine vesile olacağını umuyorum

Musa Özcan
1855049379 nolu TTNET müşterisi

Fotoğraf-Haber: http://www.milliyet.com.tr/hizli-internette-gaza-basti-100-mbit-i-149-tl/ekonomi/haberdetayarsiv/25.12.2010/1330751/default.htm

21 Aralık 2010 Salı

YARIŞMA PROGRAMINDA BİR UZMAN

 
TARİH UZMANINA BAK !
Bir özel televizyon kanalında bir yarışma yapılıyor.

Pek güzel, hanım hanımcık oturuyor bir bayan. Kendine güveniyor ki, gülümsüyor sürekli.
Kolay değil; soruları doğru bilen yüklü bir paraya konacak bir anda.
Seçtiği alan nedir? Sunucu soruyor bunu.
"Elbet tarih!" diyor hanım kızımız. "Ben, Tarih alanında yüksek lisans yaptım."
Ala ve rana.
Nerede yapmış?
"Bir batı üniversitemizin Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde."
İyi, güzel.
Soru geliyor.
"Hazır mısınız!"
"Evet."
"1960 yılında Türkiye'de derin değişikliklere neden olan askeri,siyasi bir olay yaşandı.Nedir?"
" Çıkaramadım efendim. Biraz ipucu."
"Tarih uzmanısınız efendim, bilmelisiniz. İpucuna gerek yok."
" Hatırlayamadım. Lutfen bir ipucu."
"Peki!.. Bu olay Mayıs ayında oldu."
"Bilemiyorum. Demek ki, bende iz bırakmamış bu olay."
"Sizde iz bırakmamış olabilir. Fakat, Türkiye tarihini derinden etkiledi."
"Hatırlayamadım."
"İpucu veriyorum. Menderes, Bayar, Gürsel, Milli Birlik Komitesi, Yassıada."
"Yavaş efendim, yavaş…Nedir bu saydıklarınız? Soruyla ne ilgisi var!"
"İpucu dediniz ya, işte onun için…"
"Ben, hiçbir bağlantı kuramadım efendim. Biraz daha açar mısınız !"
"Peki…Bu olan 1960 yılının Mayıs ayında, 27. gün oldu."
"Hımmmm….Türkiye, o gün NATO'ya mı girmişti, durun durun galiba CENTO'ya…"
"Hayır efendim! Hiç ilgisi yok. Süreniz dolmak üzere. Biraz düşünün lutfen."
"Ben o tarihte daha doğmamıştım ki. 1970'liyim."
"Olabilir. Ama, Tarih alanında mastır, yüksek lisans yaptığınızı söylediniz."
"Evet, hem de jürinin tamamı en yüksek puanı verdi bana. Tezim de kitaplaştı."
"Geçmiş olsun efendim. Süreniz doldu. Ne yazık ki, yarışmayı yitirdiniz."
"Aman, nasıl olur! Bir soru bilemedim diye !.."
"Kusura bakmayın, kural böyle hanfendi. Buyurun!"


…………….
Tarih öğretmenlerine öğrencilerin verdiği onurlandırıcı bir ad vardır: Tarihçi .
Bu hatun tarihçi midir şimdi?
Mastır yapmış.
Mastır, demeli yüksek lisans yapan uzmandır artık, ustalaşmış demektir çalıştığı alanda.
27 Mayıs 1960 devrimini öğrenmemiş. Neden? O tarihte daha dünyaya gelmemiş de.
29 Mayıs 1953'te de hiçbirimiz doğmamıştık. Fakat, İstanbul'un fethini biliyoruz.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin DP iktidarını düşürmesi öyle önemsenecek bir olay mıdır ki, öğrenilsin. İncelenmeğe, araştırılmağa değer görülsün!
Hatun kişi bizim eğitim düzenimizin somut örneği, dikkat çekici, güzel bir ürünü.
İlkokulu, ortaokulu, liseyi, fakülteyi bitirdi. Tarih okudu. Yetmedi. Yüksek Lisans yaptı.
Olasıdır ki doktora da yapmıştır ve şimdi doçent olarak ders veriyordur
ortaokullaştırılmış bir üniversitemizin bir fakültesinde…Öğrenci cahil kalmasın deyu…

Prof. Dr. Emrullah Güney

--
12/21/2010 02:39:00 PM tarihinde özcan tarafından Maydanoz... adresine gönderildi

11 Aralık 2010 Cumartesi

MÜFETTİŞ OKULU DENETLER ÖĞRETMEN HAZIRLIKSIZDIR!

GÖRE ÇAYI NEREYE GİDER
Emrullah GÜNEY

“ Çocuklar! Amerika bizim dostumuz. Askerimize silahı o veriyor. Tank,top,tüfek,uçak…Milletimize süt tozunu o veriyor.
Her yıl gemiler Amerikan buğdayı getiriyor.
Ya değilse fırınlarımızda ekmek yapacak un bulamayız.
Bu Amerika var ya, böyük bir memleket.
En böyük ırmağı da Missisipi…

Bu ırmak akar akar da Atlas Okyanusu’nda Meksika Körfezi’ne dökülür.”
Duvarda bir Türkiye haritası var.
Eski. Pul pul dökülüyor.
Irmaklar kesik kesik…

Kavlak yerlerde dağ mı var,göl mü? Belli değil.
Fakat, Öğretmen Ahmet Yiğitaslan’ın anlattığı Amerika nerede, bilmiyoruz.
Yıldızlar kadar uzak bize… Bizim evimizde, ablalarımın atlasları var. Onlara bakmışım ama.

Fakat, haftada birkaç kez aynı bilgileri veriyor öğretmen.
Duya duya ezberlemişiz. Başka bir şey anlattığı da yok.
Ezgin, bıkık, sinirli…

……………
Nevşehir’den yürüyerek gelmiş öğretmenimiz. Yorgun. Bir saat kadar çeker yol.
Sobada odunlar yanıyor. Tatlı bir sıcaklık yayılıyor dersliğimize.
Ahmet Yiğitaslan esniyor. Gözleri kapandı kapanacak.
Tam o sırada önde İlköğretim Denetmeni, arkada okulumuzun Başöğretmeni Kemal İlktürk giriyor. Birden canlanıyor bizim öğretmen. Dersliğe girenlere doğru yürüyor.

Sanki kucaklamak ister gibi. Fakat, denetmen, elini uzatıyor, tokalaşıyor.
“ Hoş geldin muhterem müfettiş bey!” diyor öğretmenimiz.
Kemal Bey’in yüzü apal olmuş. Belki,buradan önce bir konu ile ilgili aralarında tartıştılar.

Denetmen – adını sonradan öğrendim:Mehmet Kayalı- sıraların arasında geziyor.
“ Hocam!” diyor “ Bazı çocukların önünde defter, kitap, kalem, silgi, atlas yok.Neden?”
Ahmet Bey’in titrediğini görüyoruz.

“ Valla, ben, getirmelerini söylüyorum, amma velakin pek emir dinlemez bu köyün çocukları.”
“Hımmm…Nedir dersiniz?”
“Coğrafya efendim.” Yüzü aydınlandı. Gülümsedi. “Amerika’yı işliyoruz.”

Denetmen, Hasan’ı işaret etti.
“ Sen, çocuğum, ayağa kalk!”
Hasan ayağa kalktı.Ellerini uzattı.Beşinci sınıftaki ağabeylerimiz, denetmen geldiği zaman ellerin kirine baktığını söylemişlerdi. Tırnağı uzun mu, değil mi, onu da denetlermiş.

Hasan’ın elleri apal…
Çünkü, okulun biraz yukarısındaki çeşmede çakılla kazıya kazıya kirini çıkartmış elinin.
Denetmen, ellerine bakmadı Hasan’ın. Pencere’den dışarıya bakarak, sordu.

“ Bu çayın adı nedir?”
Hasan yanıtladı: “Öz.”
“Bir adı yok mu?”
“Biz bilmek. Öz dirik.”
“Bilmeyiz, deriz diyeceksin. Pekiii, nereden geçer, nereye dökülür bu su?”

“………………….”

“Yavrum, kendi köyünün önünden geçen su. Bilmelisin nereye doğru akıp gittiğini.”
O sırada Ahmet Yiğitaslan öğretmenime bakıyorum. Sararıyor, kızarıyor, bozarıyor.
“ Efendim, siz ona Amerika’yı sorun, Amerika’yı!” diyor ivecen ivecen.

Denetmen aldırmıyor.

“ Haritada bul bakalım Nevşehir’i,köyünüzü…Bu çay nereye katılıyor, sonra ne oluyor?”
Hasan ağlamağa başlıyor. Sümüğünü çeke çeke. Kemal İlktürk utancından apal olmuş.
Hasan’da yanıt yok.
Öğretmenimiz Ahmet Bey, ısrar ediyor.
“ Müfettiş Bey, Amerika’yı sorun, dostumuz Amerikan hökümetini…Hepsi de iyi bilir.”
Fakat, bu denetmen sakar bir adam galiba. Ahmet Bey’in dediğini yapmıyor.

Gülten’i kaldırıyor.
“ Kızım! Sen söyle. Kızılırmak nereye dökülür?”
Gülten’de yanıt yok. Yüzü kızarıyor.
Ben yanıtı biliyorum, ama, oturduğum yerde titriyorum.
İkircikliyim. Parmak kaldırsam mı?
Ya azarlarsa denetmen, başöğretmenimiz…

Birden gözgöze geliyoruz öğretmenimizle. Sevinçle bağırıyor ortalığa:
“ Müfettiş Bey, Emrullah’a sorun! O bilir.”
Denetmen aldırmıyor. Özellikle süklüm püklüm oturan öğrencilere soruyor soruyu.
Ahmet Bey öğretmen acınacak durumda. Omuzları çökmüş.
Birden yüksek sesle bağırmağa başlıyor:

“ Eşşek gafalılar ! Ben size anlatmadım mı Missisipi’nin dostumuz Amerika’nın en böyük nehri olduğunu, Meksika Körfezine döküldüğünü, niye unuttunuz?”

Denetmen sert sert baktı Ahmet Bey’e. Elini kaldırdı, susturdu onu.

“ Yeter Muallim Bey, yeter ! Göre Çayı’nın Kızılırmak’a ulaştığını, Kızılırmak’ın Karadeniz’e döküldüğünü öğretmemişsiniz, dostumuz Amerika’nın ırmağından söz ediyorsunuz. Duvarda harita yok, atlas kullandırmıyorsunuz.

Bu, nasıl bir terbiye anlayışıdır böyle !”
Ahmet Bey sobanın yanındaki tahta sandalyeye çöktü, kaldı.
Sanki, yargıç, ölüm buyruğunu bildirmiş.
Hasan hala ağlıyordu.
Kemal Bey işaret etti, dışarı çıktı burnunu koluyla sile sile..
Sonra, denetmenle birlikte derslikten ayrıldılar, Başöğretmen odasına yürüdüler.

Yıl 1957 idi.

ABD dostumuz, müttefikimiz, bizi aç ve açıkta bırakmayacak, Yunanistan’ın saldırması karşısında koruyup kollayacak akrabamızdı. Biz, ABD askerleri ölmesin diye Kore’de Kunuri’de 700’den çok şehit vermemiş miydik? Elbette bilmeliydik onların Missisipi ırmaklarını, kendi çayımızın, özümüzün adını, nereye gittiğini bilmesek de olurdu.

Prof. Dr. Emrullah Güney
TC Dicle Üniversitesi,
Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi
Sosyal Alanlar Eğitimi Bölümü,
Coğrafya Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı,

23 Kasım 2010 Salı

ÖĞRETMENLER GÜNÜ-ANI


 HOCAM, SİZ BENİM HAYALLERİMİ YIKTINIZ !

"Yazın bakalım! Soru 1: 1492'de İspanya'da önemli bir birleşme gerçekleşti. İber Yarımadasının 2 krallığı tek devlet oldu. Bu konuda, kronolojiye de dikkat ederek bildiğinizi yazınız."

Merkez Ortaokulu'nun birinci sınıf öğrencileri Sosyal Bilgiler dersinin ilk sınavında soruları yanıtlamağa başladılar. Kolay değil. Akdeniz'in batısında, Anadolu'ya benzer bir yarımadada pek önemli bir tarihsel gelişim, oluşum gerçekleşmiş.


Türk çocuğu elbette bunu bilmeli.

İnallı köyünden Abdullah Teke sorulara yanıt vermiş, ama eksik.


Örneğin, bu soruya , yalnızca Aragon ve Kastilya Krallıkları birleşti." diye yazıp bırakmış. Öncesi ve sonrası yok. Kralın adı, haşmetmeap Kraliçe hazretlerinin adı yok. Hiç olur mu?


O hanımefendi ki, Kristof Kolomb aşık olmuştu ona. Bunu bizler bilmeyecek de kim bilecek?


Abdullah Teke bu sınavdan yeterli notu alamadı.


Bahar yarıyılında da "vasatın altında" kaldı. Sonuçta bütünleme sınavlarına gelmesi gerekti.
Okul yaz dinlencesine girdi.
Ortalık sütliman.
Acaba?
İnallı köyünde büluğ çağında bir çocuk ne yapar?
Sosyal Bilgiler, yalnızca Aragon ile Kastilya'dan, onların birleşmesinden mi ibarettir?
Ders çalışabilir mi bu çocuk? Tarla tapan, bağ bahçe…Yazı yaban,
Güdülecek hayvanlar da var.
O güzelim İnallı kırlarında arkadaşlarıyla gezip dolaşmak varken,
yarım tuğla kalınlığındaki sosyal bilgiler kitabını kim açıp da bakacak, kim okuyacak?
Zaten olmamış da.
Çünkü, Abdullah'ın babası Almanya'da işçi…Yazın 5 haftalığına köye gelmiş.
Bakmış ki, oğlu ikinci sınıfa geçememiş. "İkmale kalmak" ne demek, bilemez .
Sanmış ki, tümüyle sınıfta kaldı oğlu.
Ben, olanları sonradan öğreniyorum.

1983…Nevşehir Sanayi Sitesinde Murat 124'ün bir onarımı gerekiyor.
Trafik denetimlerinde ceza ödemektense, bakımını yaptırmak daha ucuza mal oluyor. Güvenlik açısından da, aktarma organlarının ayarlanması önem taşıyor.
Üstü başı yağlı bir delikanlı, onarım yerinde yanıma yaklaşıyor. Gözlerinde öfke…
" Hocam! Beni tanıdın mı?"
Tanıyamadığımı söylüyorum.
" Ben , İnallı köyünden Abdullah…"
Film geriye sarılıyor. Birden gözümde canlanıyor. Hatta sınavda sorduğum soru bile…
" Babam izne gelince, öğrendi durumu. Bağırdı, çağırdı. Sayende hocam, bir de baba dayağı yedim. O zamana kadar fiske bile değmemişti yüzüme. Halbuki, ben babamın gelmesini nasıl sevinçle, umutla beklemiştim. "Lan oğlum, sen avanak mısın, geri zekalı mısın? Niye öğrenmedin de okuldan attılar seni! Paran mı az geldi! Aç mıydın, çıplak mıydın!" Bağırdı çağırdı. Öfkesi dinince " Tamam! Bitti. Yarın, gidip Nevşehir'e, Sanayi Sitesinde seni çırak vereceğim," dedi.


Okulumu seviyordum. Arkadaşlarımı özlüyordum. Beni bütünlemeye bıraktığınız halde sizi de seviyordum. Babama karşı koydum. Bir daha dayak attı. Sonra işte böyle, Sanayi Sitesinde oto bakım onarım atölyesinde çırak oldum. Sevdim bu işi. Unuttum okulu. Bazen, öğrencileri gördüğümde içim cızz eder. Fakat, hocam, siz neden beni bütünlemeye bıraktınız. Benim hayallerim vardı. Okuyup makine mühendisi olacaktım. Köylünün işini kolaylaştıracak makineler yapacaktım. Çiftçilik aletlerini geliştirecektim. Sayenizde motor ustası oldum. Adım da duyuldu. Namlı bir tamirci diye. Sizin bir ayda aldığınızı ben öyle zamanlar oluyor ki, bir günde alıyorum. Fakat, geçti artık. Para o kadar önemli değil. Sayenizde , eğitimi yarım kalmış, "orta birden terk" bir adam oldum hocam. Bunun acısını asker ocağında da çektim. "

Hiçbir şey diyemedim. Kızardım, bozardım, sarardım. Derin hüzünlerle ayrıldım oradan.


Öğretmenlikte ilk yılım idi. Ve bu hatayı yaparak bir çocuğun geleceğiyle oynamıştım.

Şimdi düşünüyorum da, Aragon…Kastilya…Zil, şal , gül ve raks memleketi.


Bunların birleşerek İber Yarımadası'nda tek bir Krallık oluşması o denli önemli miydi.


İnallı köyünden Abdullah Teke için…

İspanya'nın Güneydoğusunda Albacete kenti vardır. Orada bir ırmak, gömülmüş olarak menderesler çizerek akar koyağında. Doğa ak…Kentin adı da zaten "Akşehir"demektir.


Orada bir Sosyal Bilgiler Öğretmeni, Miguel Fernandez, yakın köyden gelmiş öğrencisi


Marco İbiza'ya acaba Selçuklu'yu, Osmanlı'yı, Türkiye Cumhuriyeti'ni soruyor mu?


Marco soruya yanıt veremediği için onu sınıfta bırakıyor mu?

Ter bastı…Yanıt veremiyorum…


Prof. Dr. Emrullah GÜNEY


9 Kasım 2010 Salı

ATATÜRK'Ü ANMAK

CANAVAR

Dr. Emrullah Güney

10 Kasım 1938.Perşembe. Saat 11.30...Türk ulusunun Uluğ Başbuğu Müşir Halaskar Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sonsuzluğa göçettiğini,
radyo daha yaygın olmadığından, karakollar köylüye duyurdu. Ata’nın hasta olduğu biliniyordu.

Ama,umut işte. Belki, iyileşir diye bekliyordu herkes.
Köyden kente her yerde , o gün yaşam durdu.

Derin bir acı elle tutulur, gözle görülür oldu. Güneş kara bulutların ardında yitip gitmişti.
Gökler de sanki Türk ulusuyla ağlar gibiydi. Sulusepken kar yağıyordu. Ortalıkta sis, duman.

Nevşehir’de esnaf dükkanını açıp da içeri girmek, iş yapmak istemedi.
Kunduracı Ömer ağa bir iki mes dikti. Dalgın, düşünceli…
Tadı yoktu. Bıraktı. Evine gitti. Gözlerinde yaş.
Aşevi sahibi İbrahim ağa köylüleri beklediyse de kimse gelip bir tas çorba içmedi.
Cumhuriyet İlkmektebi Başmuallimi Hamid Bey, o acılı günde tüm muallimleri önce odasında topladı, HalaskarGazi Paşamızın sonsuzluğa yürüdüğünü anlattı, sonra evlerine gönderdi; ders yapılamıyordu çünkü. Bir gün de olsa tatili büyük sevinçle karşılayan çocuklar, ilkmektep,ortamektep talebeleri sessizce evlerine yollandılar.

Yarıya indirilmiş bayrak, direkte yaslı yaslı,boynu bükük duruyordu;dalgalanmıyordu. Bayrak da, sanki halkın büyük acısını anlamış gibiydi.

Melegübü’nün Suvermez Köyünün, eski Karamanlı Ortodoks Türk halkının kilisesinden çevrilmiş ilk mektebinin tek muallimi Şükrü Güney, derin üzüntüsünü, öğrencilerine İstiklal Harbini, Atatürk’ü anlatarak, şiirler okuyarak geçirdi. Dört yaşındaki oğlu Yücel de öğrencilerin arasına girmiş, dinliyordu.


Şiir Yusuf Ziya Ortaç’ın ( Akbaba Mizah Mecmuası sermuharriri) idi.

26 Ağustos gece sabaha karşı,
Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı.
Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar,
Altüst oldu siperler, eridi demir ağlar.

Fırtınadan yeleli, yıldırımdan kanatlı
Alevlerin içinden geçti binlerce atlı.
Akdeniz ayakları altında ordumuzun,
Mavi bir atlas gibi serilmişti upuzun.

Süngüler ilk amaca tam ondört günde vardı,
O gururlu Yunanlar yere düşüp yalvardı.
Şiiri bitirince gözyaşlarını tutamadı.
Öğrencilerin arkasında köyün ilerigelenleri, mübadiller, yerliler , ergin insanlar da vardı.

Nevşehir Kazası Adliyesinde davalar ertelendi.
Yargıç, savcı, mübaşir önce memur kulübüne gittiler, sonra evlerine dağıldılar.

Damad İbrahim Paşa Camisi önünde, öğlen ezanını bekleyen yaşlılara, imam Lütfi Efendi anlatıyordu:” Osmanlı’nın son zamanlarında bir ay ramazanda cer hocası olarak köylere imam dururduk. Cerr Arapçada dilenci manasına da gelir. Bilhassa 3 aylarda imam durursun. Amma,köylü kurnazdır; harman yerinin son süprüntü zahiresini verirdi bize. Buğday lüküs, yok ...Çavdar,yulaf..Değirmene götürüp öğütemezsin. Satsan,en düşük fiyattan. Cer hocası tahılı derlerdi, ancak tavuğa yem olur…Halaskar Gazi Paşam, bizi adam yerine koydu da aylığa bağladı. Dilenci olmaktan O’nun sayesinde kurtulduk. Mekanı cennet olsun, kabrine nur yağsın!..”

Yaşlı insanlar, derin bir üzüntü içinde, fatiha okudular.
Biraz sonra öğlen vaktini haber veren ezan, Türkçe duyuldu..

Çat köyünden Yusuf ağa, bir gün önceden , kehribar gibi kızarmış üzüm salkımlarını küfelere yerleştirmiş, avludaki at arabasına yüklemişti. Sabah Melegübü köylerine götürüp satacaktı.


Atatürk’ün fani dünyadan göçtüğünü öğrendiği zaman derin bir hüzün kapladı içini.
Dünyanın boşluğunu düşündü.

“ Gazi Paşa da göçüp gittikten sonra, üzümü satsan ne olacaaak,
para kazansan ne olacaaak?” dedi yüksek sesle.

Evdeki kadın,kız,gelin ellerini önlerinde kavuşturup boş boş baktılar.
Ürgüp’te de ilkmektepte dersler yapılamadı. Talebeler evlerine gönderildi. Çökek köyü ilkmektebi muallimi Göreli Halil Özer, gözyaşlarını tutarak, talebeye Atatürk’ü yitirdiğimizi açıkladı. Biraz sonra İstiklal Harbi gazileri başsağlığına geldiler. Büyük üzüntülerini savaş anıları anlatarak azaltmağa çalıştılar.

Uzun uzun kavaklar,
Dökülüyor yapraklar,
Ben atama doymadım,
Doysun kara topraklar.


Doktor doktor kalksana,
Lambaları yaksana,
Atam elde gidiyor,
Çaresine baksana.

Ürgüp çarşısında semerci ustası Hakkı ağa bıraktı işini gücünü.
Ağladığını kimseye göstermemek için dükkanına kapandı, kapıyı arkadan koraladı.
Evlerde halı dokuyan kızlar mani söylemeyi, türkü çağırmayı kestiler.Dalgın dalgın ilmek attılar.

Aravan köyünden İsmail Ağa, bitirgen kayısılarını Ürgüp çarşısına götürüp bir bakkala verecekti, vazgeçti. “ Ne doymazmışsın kara toprak !“


Koca Kemal Paşa’yı da bağrına alıyorsun ya” dedi efkarlı efkarlı.
Damsa koyağı sisler puslar içindeydi. Refik Başaran aldı sazı eline, ağıt yakmağa çalıştı.

Gomutandı, muallimdi, insandı…
Gelmedi dünyaya onun gibi birisi.
Yedi düvele garşı goydu da,
Yenemedi Kemal Paşam, sinsi derdini.


Gözyaşlarını tutamadı Başaran. Ağıtı tamamlayamadı. Sazını duvara astı.

Taşkınpaşa köyünde tek başına yaşayan Nazik Bacı’nın o gün koyunu eve dönmedi.


Çoban da bilmiyordu hayvancağıza ne olduğunu. Suçlanmıştı. Sürü köye girdikten, koyunlar evlere dağıldıktan sonra anlaşılmıştı durum. Zavallı kadına acıyan birkaç komşusu, Avlağı dağına koyunu aramağa çıktılar. Nazik Bacı, sonunda kendi buldu hayvanı: Bir iki parça yünlü deri, kemikler…
Kadıncağız dövüne dövüne ağlamağa başladı.
Aşağılara,Damsa koyağına doğru, kurda kargış yağdırıyordu.

“ Canavaaar, canavar ! Kemal Paşamın öldüğünü duyduuun. Guzumu yidiiin! Seni de başga canavarlar parçalasııın…Başga canavarlar da seni yisiiiinn !Paşam yaşasaydı yiyebilir miydiiin guzumuuu ? ””




8 Kasım 2010 Pazartesi

KIZLAR DERSTE, AKILLARI NERDE?

 
 
DÜNÜR BEKLEYECEK KIZLAR

1972-73 Ders yılı.
Nevşehir Merkez Ortaokulunda ikinci yılım.
Öğretmeyi seviyorum öğrenmeyi sevdiğim kadar.
Bir şeyin ayırdına varıyorum. Öğretirken öğreniyorum.
Fakat, Kale altındaki mahalleden gelen üç kız var ki, derslerle hiç ilgileri yok.
Yaşları da olağan öğrencilere göre iki,üç yıl ilerde.
Mahallenin dedikodu ortamını dersliğe taşıyorlar.
Tüm erkimle bilgimi dağıtmağa çalışıyorum, özenle, sevgiyle.
Bu üçlü öbeğin hiç umurunda değil.
Bir böyle, iki böyle…Sonunda patladım.
" Sizin amacınız ortaokulu hakkıyla bitirmek değil, bekar öğretmenlerle gönül eğlendirmek. Gidin evinize çeyizinizi hazırlayın! Sonra da dünür gelecek oğlan analarını bekleyin."
Yüzümüzü yumuşak bulan, bundan cesaret alarak sürekli konuşan, gülüşen öğrencilerin çoğunlukta olduğu derslikte bıçak gibi kesildi uğultu. Kelebek uçsa kanatlarının açılıp kapanma sesi duyulabilirdi.
Şaşırdım. Ne olmuştu böyle.
Ne demiştim ki, öğrenciler birden seslerini kesmişlerdi?
……..
Ertesi gün, sabah, ilk dersime girmek için hazırlık yaparken hademe geldi.
" Hocam ! Müdür Bey seni görmek istiyor," dedi.
Müdür Kadri Gürhan'ın kapısını tıklattım. İçerden hararetli hararetli konuşma sesleri geliyordu. Girdim. Üç adam sert sert bana baktılar. Sonra, yine müdürü dinlemeğe koyuldular. Müdür, daha önce görev yaptığı yerlerde karşılaştığı ilginç olayları Gercüş aksanıyla anlatıyordu. Oturdum, ben de dinledim .
Müdür bana baktı.
" Emrullah Bey kardeşim," dedi. Sesi biraz kırgın, sinirli. " Dün derste ne anlatmışsın öyle?"
Bir an, dünkü derslerimi düşündüm. Altı saat ders. Hangisini anımsayayım?
" Ne anlatmışım, şimdi aklıma gelmiyor?"
"Hani, kız öğrencilere…Çeyiz, dünür falan…"
Gülümsüyordu…
Fakat üç adamın kaşları çatıktı.
" Bunlar, senin o sözü söylediğin kızların babaları…Diyorlar ki, biz bu meseleyi burada bırakmayacağız. Valiliğe, Eğitim Müdürlüğü'ne bildireceğiz. Müfettiş isteyeceğiz."
"……………….."
"Ne diyorsun bu işe ?"
" Aile ortamında, kızlarına öğüt versinler önce. Okul yeterli değil. Burada 5-6 saat kalıyorlar. Geri kalan 18-19 saat evde, sokaktalar. Ailelerinde konuşulan tüm dedikoduları burada birbirlerine aktarıyorlar. Derslerle hiç ilgileri yok. Turan Bey'e, Hüseyin Bey'e, Tanju Bey'e, Ahmet Bey'e, Aysel Hanım'a da sorun. Onlar da aynı şeyi söyleyeceklerdir."
" Makinelı tüfek gibi atış yapıyorsun, yavaş biraz."
"………………."
" Valiliğe bildirirlerse, soruşturma derinleşir. İşin içinde sürgüne gönderilmek de var. Daha yeni evlendin. Aile düzenin sarsılır sonra."
" Ben gerekli uyarıyı yaptım. Ana babalar da görevlerini bilsinler."
Üç adam, benim yüzüme bakmadan, Müdür'ün elini sıktılar,
odadan çıkıp gittiler.
Adamlar çıkınca müdür gülmeğe başladı.
" İyi söylemişsin bu haylaz kızlara. Ben de izliyorum. Başlarına bir bela gelecek ya, nasıl, nereden ? Fakat, keşke, uluorta, bütün öğrencilerin önünde değil de, bir odaya çağırıp söyleseydin. Eğitimde bir kural var: Sınıfta 20 öğrenci varsa,40 tane müfettiş var demektir. Neyse, olan olmuş artık. Söz ağızdan bir kez çıkar ve geriye alınamaz. Kağıda yazılmış yazı değil ki bu, silesin."
Olaydan alınacak ders : Hiç kimsenin eğitim-öğretim hakkı kısıtlanamaz.
Uyarılar zamanında ve doğru yapılırsa etkili olur. Hiçbir öğrenci, arkadaşları içinde azarlanmamalı, gönlü incitilmemeli.

Emrullah Güney

7 Kasım 2010 Pazar

TAZE EKMEK BAYAT SOMUN



TAZE EKMEK, BAYAT SOMUN


Dr Emrullah Güney

Zara Lisesinde Coğrafya Öğretmeniyim.


Faysal Duruöz adlı denetmenin soruşturmasının ardından Nifli kasaba avukatı bakan Ali Naili Erdem Bey, öyle münasip görmüş, Ürgüp Lisesi'ni dağıtmış, bize de Zara yollarına düşmek kalmış. Murat 124'e bindik, başta Prof Dr Mümtaz Soysal'ın Anayasa'nın Anlamı (!00 Soruda) olmak üzere kitaplarımızı, ders notlarımızı, daktilomuzu, fotograf makinalarımızı, ses alma aygıtımızı koyduk, yatak yorganı, besin kaynaklarını da kutulara yerleştirip arabamızın içine oturttuk, üst yüklüğe de bir demir somya bağladık; ver elini Zara. Ürgüp, İncesu, Kayseri, Gemerek, Şarkışla, Sıvas, Hafik üzerinden…Ingıl ıkış, yollar yokuş…Yol kıyılarında bir motorlu araç bekleyen insanlar anlıyorlar, geçerken gülümseyerek alkışlıyorlar, sonra el sallıyorlar. Kim bunlar! Köy öğretmenleri, ebe, hemşire gibi sağlık görevlileri…
Sabah çıkıyorum, akşama görev yapacağım beldedeyim. Fotograf çekerek, köylülerle konuşarak.
Çünkü, eğitmenliğimin yanında Hürriyet Haber Ajansı'nın da muhabiriyim. Fotograflı haberler iletiyorum ve bunlar Gazete'nin bölge ekinde yayımlanıyor. Beğenildiğini de anlıyorum.

Önceleri otelde kaldık. Aylığımın yarısı otele gidiyor.
Dayanmak zor. Sonra, bencileyin, Zara gurbetinde yaşayan , başka kentlerden gelmiş meslekdaşlarımın çağrısıyla ortak bir ev kiraladık.
Yaşam düzene girdi. Her yerde olduğunca, Zara'da da bizi koruyup kollayan esnaf var, öğrencilerimizin velileri var…
Halkın ilgisi bizi mutlu kılıyor.
Bir sabah, erkence, pardesümü giyip dışarı çıktım. Soğuğu ünlü güzel Zara, bal diyarı Zara…
Bıyığım, kaşlarım donuyor. Öylesine soğuk. Kasaba merkezindeki fırından ekmek alacağım. Baktım, ortaokul, lisede okuyan çocuklar da gelmişler. Üst, baş perişan.
Yazlık gömleklerle. Titriyorlar. Fırının içi sıcak ama.


İçeri girdik. Ben, yeni çıkmış nar gibi kızarık bir ekmeği alırken, baktım, bir çocuk iki tane, önceki günden kalma ekmeği alıyor.
" Bak delikanlı ! " dedim. " Yeni çıkmış taze somun al, elindekileri bırak !" dedim.
Çocuk bir an konuşup konuşmamakta kararsız kaldı.
Dudaklarının titrediğini gördüm.


Gözlerini benden kaçırdı.


Acep, bir ağır söz mü söylemiştim!


Sonra titreyen bir sesle konuştu çocuk :


" Hocam, taze ekmek çabuk bitiyor. Hem, sonra, dünden kalan ekmek daha ucuz!"


Birden gözlerim doldu. Hiçbir söz diyemedim. Donup kaldım o fırın sıcağında.


Çocuğun arkasından bakakaldım.


Taze ekmek ellerimi yakıyordu.

Şimdi, ne zaman bir fırın önünden geçsem, köylerden gelip de binbir zorluk içinde daracık , soğuk , sobası doğru dürüst yanmayan bir odada 5-6 kişi birden yaşayan, aynı tasa kaşık sallayıp yavan çorba içen, bayat ekmeği yemeğine doğrayıp doymaya çalışan, geleceğini kurtarmak için, devlet memuru olabilmek için eğitimini sürdüren çocukları düşünür, onları sevgiyle, takdir duygularıyla anarım.
Ve gözlerim yaşarır…

1980